KÜLTÜR-KÜLTÜREL KİMLİK VE TÜRK KİMLİĞİ

Mustafa E. ERKAL*

 Türklüğün tabii lideri rahmetli Alparslan Türkeş için çıkarılan bu armağan sayısına yazı yazmam rica edilince oldukça duygulandım. Gözümün önünden bir film şeridi gibi yıllar geçiverdi. Yine rahmete kavuşmuş olan Prof. Dr. Mehmet Eröz ve Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu tarafından rahmetli Türkeş’e tanıtılmam aklıma geldi. Yurt içinde ve yurt dışında üstünde ısrarla durulması gereken konuları bir, bir düşündüm. Bunlar arasında kültür ve milli kültür, kültürel kimlik, Türk kimliği ve Türkiye’de yapay etnikleştirme gayretleri ister istemez ön plana çıktı. Rahmetli Türkeş bilhassa son senelerde emperyalizmin ideolojisi olan komünizmin çöküşünden sonra, onun yerini alan yeni malzemeleri gayet iyi tespit etmiş bir liderdi. Geniş ufuklu ve bilge bir insan olması, bunu engin bir tecrübe ile birleştirmesi, dünü bugüne bağlayıcı özelliği, rahmetli Türkeş’i Türkiye’nin önüne çıkarılan yeni tuzaklarla ilgilenmeye itmişti. Bu yeni tuzaklar toplumda uzlaşmaya değil, çatışmaya dönük amaçlar güdüyordu. Bunlar çevrecilik (çevreyi koruma ve çevre sorunlarını önleme adı altında Türkiye’nin sanayileşmesinin önünü kesmek, enerji dar boğazına sürüklemek), hoş görülemeyecek konu ve taleplere hoşgörü ile yaklaşmak, milli kimlik olarak Türk kimliğini reddeden yapay etnikleştirme ve kimlikleştirmeler, Türk milletine yabancı olan mezhep çatışmaları, globalleşme... Bunlara ilâve olarak bir de karşı cinsleri birbirine düşürecek ve cinsiyet militanlığı yaptıracak olan cinsiyet çatışması...

Bu çerçeveyi gözden geçirdikten sonra rahmetli Türkeş’in görüşleri ile de paralel olarak yazıma “Kültür, Kültürel Kimlik ve Türk Kimliği” isimli başlığı atarak kendisini bir kere daha rahmetle ve saygı ile anıyorum.

 KÜLTÜR

Kültürün çok farklı tarifleri bulunmaktadır. Kültür, bilgiyi, sanatı, ahlakı, hukuku, örf ve adetleri kapsadığı gibi, insanın toplumun bir üyesi olması dolayısıyla kazandığı diğer bütün kabiliyet ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür. Kültür, insanın insana ve maddeye karşı tavır alışını belirleyen bir bütündür. Kültür, aynı birikimi ve geleneği paylaşan insanların çocuklarına, yeni nesillere aktardıkları bir grup öğrenilmiş davranışlar bütünüdür. Kültür tarihi bir birikimdir. Ait olduğu toplumun geleceğini muhafaza etmek için kendi özelliklerini koruyarak geliştirmek durumundadır. Kültür bir toplumun bütün ideallerinin ve sosyal kimliğinin bir sembolüdür. Birçok sosyolog sonradan öğrenme yoluyla kazanılmayan davranışları kültürün dışında bırakmışlardır. Bunlara göre, kültür belli bir toplumu başka bir toplumdan ayıran ve fark ettiren yaşama şeklidir. Kültür fizyolojik olmayan organizma üstü bir süreçtir. Kültürde değerlerin korunması ne kadar hayati bir öneme sahipse, gerekli değişme olgusu ve yenileşme de o derece önemlidir. Kültür değerleri dogmatik olmayıp çağın ihtiyaçlarına göre herhangi bir zorlama olmadan özünü bozmadan değişmek durumundadır. Her kültür kapsadığı bütün unsurların ve parçaların meydana getirdiği organik bir bütündür. Kültür onu meydana getiren unsurlardan sadece biriyle tanımlanamaz. Kültürün bütünü unsurlarının toplumundan farklı ve daha büyük bir sentezdir. Kültürün saklanması ve kazanılması biyolojik olmayıp, sosyal bir süreçtir. Bu bakımdan kültür, bir insan topluluğunun sadece belirli bir dönemiyle sınırlandırılamaz. O, siyasi ve ferdi iradenin üstünde sosyal bir süreçtir. Bu özelliği dolayısıyla kültüre toplum mirası veya sosyal miras da denilmektedir. Kültüre bir bakıma kan akrabalığının üstünde “sosyal akrabalık bağı” olarak da bakılabilir.

Kültür, birbiri ile sürekli etkileşim içinde bulunan maddi ve manevi veçhelere sahiptir. Kültürün maddi yüzü daha somuttur. Bu somut örnekler bir çok kültürde de bulunabilir. Kültürün maddi olmayan yüzü, inançlar, değerler, semboller, normlar, örf ve adetler şeklinde düşünülebilir. Kültürün manevi yüzüne zihniyet adı da verilebilir. Kültürel farklılaşmada maddi unsurlardan çok, manevi alana giren zihniyette fark edilebilen ayrıcalıklar ön plana çıkar. Zihniyetin değer hükümleri, davranışlar üzerinde etkili olduğunu düşünürsek, üretimden tasarrufa, yatırıma ve tüketime kadar bir toplumun zihniyet dünyası yaşama tarzını şekillendirir diyebiliriz.

Kültürler kavmî niteliklerini aşarak milli seviyede ortak paydalara sahip bir yaşama tarzının unsurları haline geldikçe, milli kültüre mal olurlar ve milletleşme süreci içinde mesafe alırlar. Bu durumda mahalli özellikler millileşen kültürü zenginleştirir. Milli kültür milletleşen toplumların yaşama tarzı olduğuna göre, böyle bir süreçte aşiret, kabile, boy ve mezhep gibi dar anlamdaki "biz" duygularının üstünde daha geniş anlamda bir “biz” duygusuna ulaşılır. Aynı din dairesine mensup olmanın doğurduğu ortak inanç ve değer hükümleri ile farklı milli kültürlere sahip milletlerin yaşama tarzları birbirini tamamlar ve birbirine ters de düşmez. Bunlar birbirinin yerine de ikame edilemez.

Milli kültürler birbirine kapalı değildir. İster barış, ister savaş dönemlerinde ve bilhassa Dünyayı küçülten kitle haberleşme araçlarının tesiri ile kültürler arası alışveriş ve bazı kültür unsurlarının diğer milli kültürlere geçişi görülebilir. Bu kültür transferinde alınan değer ve unsurların alıcı kültür tarafından benimsenebilmesi ve kültüre mal edilebilmesi kültürün canlılığı ile ilgilidir. Bu canlılığı koruyan milli kültürler, kendi dışlarındaki milli kültürlere daha fazla unsur kazandırıcı ve verici rolleri ile ortaya çıkarlar. Bu canlılık kültürün daha ziyade maddi boyutu ile ilgili olan medeniyete de anlamlı katkılar yapabilme fırsatını doğurabilir.

Kültürel temas ve kültürleştirme belirli bir coğrafyada bir milli kültürü hakim kültür durumuna sokabilir. Belirli bir coğrafyada belli bir dönem veya sürekli olarak hakim kültür olabilmek zora ve askeri güce dayanmamaktadır. Bu sosyal bir süreçtir. Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması ile bir Türk Yurdu haline gelebilmesinde XI. Yüzyıl Selçuklu Kültürü ve onun maddeye yansımış şekli olan medeniyetinin çağdaşı olarak bulunduğu kültürlerden üstün olma özelliği rol oynamıştır. Bu özellik daha sonra Osmanlı ve günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti ile devam etmektedir. Anadolu coğrafyasında yapay mozaik iddiaları ve biyolojik kaynaklı karışmışlık görüşleri, Türk-İslam kültürünün Anadolu’da hakim kültür olma özelliğini kabullenememenin sonucudur.

Milli kültürler arasında olduğu gibi, milli kültürlerle evrensel kültür arasında da yakın bir ilişki ve etkileşim bulunmaktadır. Ancak, milli kültür gerçeği hesaba katılmadan evrensel kültürü tartışmak eksik bir yaklaşımdır. Evrensel kabul görmüş bazı değerlerin ve davranış şekillerinin bulunması bunlara kaynaklık rolü oynayan milli kültürlerin buharlaştığı anlamına gelmez. Bilhassa günümüzde milletlerarası ilişkilerin arttığı, bloklaşmaların ve daha geniş çerçevede küreselleşmenin gündeme geldiği bir ortamda, evrensel ortak değerler kadar milli kaynaklı değer ve özellikler de önemlerini korumaktadır. Nitekim, günümüzde siyasi ve ekonomik anlamda milli devletler daha etkili politika yapmaya zorlanmaktadır. Kültürel mutabakatlarını kuramamış milli devletlerin globalleşme ve yeni dünya düzeninden elde edecekleri imkanlar azalmaktadır. Milli devletlerin bazıları daha da güçlenmekte, bazıları ise güç ve tesirliliklerini kaybetmektedirler. Milli devletlerin ortadan kalktığı, yerlerine otonom bölgelerin doğduğu şeklindeki iddialar gerçekçi gözükmemektedir. Dünyaya yeniden çekidüzen verme ve yönlendirme hareketi olan Globalleşme ve Yeni Dünya Düzeni ile kültürel standartlaştırma gayretlerine karşı toplumlar kültürlerine ve kimliklerine daha fazla sahip çıkmaktadırlar. Bu tepki milli kimlikten alt veya bölgesel kültür özelliklerine kadar yansıyarak yer, yer “mikro milliyetçilik" veya "yeni kabilecilik” akımlarını da doğurmaktadır. Yeni dünya düzeni ile gündeme gelen çok kültürlülük ve etniklik tartışmaları, mahalli değerlerle milli değerlerin, fert ile devletin karşı karşıya getirilmesi, parçaların bütüne tercih edilmesi, milli devlet ve sosyal devlet fikrinin reddedilmesi, milletlerin ufalanması, ferdi yaşadığı toplumdan soyutlama, boy, kabile ve aşiret asabiyetinin öne çıkarılması, milli hukuk yerine milletler üstü hukuk ve değişen niteliği ile insan haklarının ön plana çıkarılması, ister istemez milli kültürler üzerinde tesirler doğurmaktadır. Aslında kültürde değişme, ülkelerin iç dinamikleri kadar, dış dinamiklerinin de etkisi altında ortaya çıkmaktadır. Önümüzdeki Yüzyıl, birçok Batılı sosyal bilimcinin de ifade ettiği gibi, kültürel alandaki çatışmalara sahne olacaktır.

Batı toplumlarında bu ülkelerin sosyal yapılarının bir özelliği olarak gündeme gelen çok kültürlülük iddialarının bütün toplumlar için tartışılması gereken öncelikli bir konu olarak ele alınması herşeyden evvel bir metod hatasıdır. Zira, çöken veya önemli ölçüde kan kaybeden klasik çatışmacı ideolojilerin yerini bugün çok kültürlülük tartışmaları almıştır. Mütecanis (homojen) olmayan sosyal yapılarda çok kültürlülük tezi birleştirici bir güç kaynağı olurken, oldukça homojen yapılarda ise, bir çatışma kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Mahalli değer ve kültürler milli kültüre ve kimliğe rakip olmayıp onu tamamlayıcı bir rol oynarlar. Bir ülkede hakim kültürü hesaba katmadan alt kültürlerin bütünü zenginleştirebileceğinden bahsedebilmek mümkün değildir.

Kültür ve kültürel kimlik arasında da çok yakın bir bağ bulunmaktadır. Kültürel kimlik daha ziyade doğuştan sonra kazanılanlara göre şekillenen bir ayırt edici özelliktir. Kültürel kimlik, mensubiyet şuuru, katılma ve paylaşabilme ile ilgilidir. Kültür dışında kimliğe gerekçe aramak etno-santrizmdir ve fazlaca bilimsel kabul görmemektedir. Kimliğin, kültürün bütün unsurlarından kaynaklanması onu sadece coğrafyaya göre tayin edilir halden de çıkarmaktadır. Kimlik, bir toplumda fiziki ve şahsi özelliklerin üstünde kolektif bir niteliktir.

Kültür ve sosyal bütünleşme arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır. Kültürel mutabakatlarını kurabilen ve geliştirebilen ülkeler sosyal bütünleşmede de mesafe alırlar. Demokrasinin vazgeçilemez ön şartı da kültür birliği yoluyla milli birliğin sağlanabilmesidir. Her toplum ve sistem, fert ve sosyal gruplarını nasıl anlamlı bir şekilde bir arada tutabileceğini sosyal değişme sürecinde araştırır ve bu alandaki sosyal bağları güçlendirici araçların neler olduğunu tespit etmeye çalışır. Çünkü, hiçbir toplumun hedefi çözülme veya parçalandıktan sonra bütünleşmenin kanallarını aramak değildir. Sosyal bütünleşme, dar anlamda bir mensubiyet şuurunun milli seviyede fark edilmesi ve hissedilmesi olduğuna göre, yaşama tarzı olan kültür, sosyal bütünleşmenin çimentosudur. Sosyal bütünleşme kültürel mahalliliğin aşılabilmesi ve mahalli toplulukların toplumdan tecrit edilmemesi ile sağlanır. Bu bakımdan, mahalli özelliklerin ve alt kültürlerin korunması ve geliştirilmesi, toplumda insanlar arasında yeni duvarların örülmesine bizi götürmemelidir.

Diğer taraftan, kültürde birliğin ve belirli bir kültürü paylaşmanın gözden uzak tutularak sadece hukuki vatandaşlığın esas alınması ile daha güçlü bir bütünleşmenin sağlanabileceği iddiası da eksik bir yaklaşımdır. Kimliğin sadece hukuki bir gerekçeye dayandırılıyor olması, fertlerin ortak milli ve manevi değerlerden ve kültürden yoksun olduğu izlenimini doğurabilir.

Değişen Dünya şartları ve kitle haberleşme araçlarının (medya) artan etkinliği ve sosyal değişmede en önemli bir faktör haline gelmesi, yaşayış tarzları üzerinde tesirli olmuş, tüketim tercihlerinde, zevklerde, dünya görüşlerinde, modadan müzik anlayışına ve beslenme tarzlarına kadar tek tipleştirme dikkati çeker olmuştur. "Kitle kültürü" olarak da ifade edilen ve kavramlaştırılan bu gelişme, estetik duygu ve düşünceyi aşındırmış, düşüncenin soyutluğunun ikinci plana atılmasına sebep olmuş ve kültürel sığlaşmayı doğurmuştur. Bu durumun ülkemiz ve kültürümüz üzerinde tesirler yaratmadığını söylemek mümkün değildir. Bilhassa yer, firma ve tabela isimlerinin İngilizce düşünülmesi, hiç gereksiz yerde karşımıza İngilizce kelimelerin çıkması sebepsiz değildir. Teknoloji ile gelen kavramların Türkçelerinin zamanında bulunamaması ve toplumda bu konudaki hassasiyetin nispeten kaybolmuş olması dikkat çekmektedir.

1990’lı yıllarda meydana gelen önemli siyasi gelişmeleri ve bunların doğurduğu sonuçları burada ele almak durumundayız. Nitekim, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu Avrupa’da, Kafkaslarda ve Ortadoğuda önemli siyasi değişmeler Türkiye’ye yeni görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Türk Cumhuriyetleri ve Özerk Türk Bölgeleri ortaya çıkmış, akraba ve dindaş topluluklarla öncelikle kültürel ilişkilerimizi geliştirmek önemli bir ihtiyaç olarak doğmuştur. İnsani amaçtan hareket ederek Türkiye’nin bu soydaş ve dindaş topluluklarla siyasi, ekonomik ilişkiler kurması Dünyadaki globalleşmeye de katkı yapacaktır. Türkiye’nin aleyhine olarak soğuk harbin sona ermesi, Türkiye’nin konumunu değiştirmiştir. NATO’nun komünizmin yerine İslamı hedef seçmiş, ideolojilerin çöküşü ortaya çıkmıştır. Türk ve İslam Alemi “Medeniyetler Çatışması” şeklinde fay hatlarında kültür ve dinleri çatıştırıcı bir teori ile karşılaşmış, bu görüş fanatik Batı güdümlü seçkinlerin halkı baskı altında tutmalarına yardımcı olmuştur.

Bunun yanı sıra, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde gelinen nokta ve bütünleşme hareketlerinin günümüzde daha fazla ele alınması, Türkiye’nin özel konumunun ve önüne açılan imkânların kültürel ilişkiler yönünden değerlendirilmesi, uzun vadeli ve istikrarlı kültür politikalarının tespitine ihtiyaç duyurmaktadır. Kültür politikasının ilkeleri belirlenirken, ülke içinde kültürel mutabakatlara gidilmesi, uzlaşılması, yapay kutuplaşmalardan aklın ve ilmin yoluna dönülmesi, her türlü taassuptan uzaklaşılması, başarı için temel adım olacaktır. UNESCO’nun kültür politikası tarifi de bu konuda bize ışık tutabilir: “belirli bir zamanda toplumda var olan fizik ve beşeri kaynaklardan optimum ölçülerde yararlanarak bazı kültür ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleştirilen şuurlu ve maksatlı işlerin bütünü”.

Bir başka üstünde durmamız gereken önemli konu da 1960’lı yıllardan sonra Avrupa ülkelerinin işgücü açığını kapamak üzere gönderilen vatandaşlarımızın konumudur. Bir zamanlar misafir işçi olarak başta bazı Avrupa ülkeleri olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avustralya’ya giden, ancak bugün misafir işçi olmaktan çıkan, ev sahibi ülkelerin ayrılmaz etnik parçası haline gelen ve bu ülkelerin çok kültürlülük niteliğini geliştiren vatandaşlarımızın kendi kültürlerini koruyarak uyum sağlamaları esas olmalıdır. Bilhassa yurt dışındaki çocuklarımızın eğitim sektöründe ve çalışma hayatında girişte karşılaştıkları çirkin muameleler, ayırımcı politikalar ve insan hakları ihlallerinin giderilmesi gerekmektedir.

Kültür politikasının ilkelerini tespit ederken ve tedbirler alırken Dünya’daki değişmeyi çağdaş bir şekilde ele almak durumundayız. Günümüzde sanayi toplumlarının karşılaştığı sosyal hastalık ve sorunlarla 2000’li yıllarda karşılaşmak istemiyorsak, Dünya’daki değişmeleri yakından takip etmek durumundayız. Dünyada determinist anlayış sarsılmış, Aydınlanma Çağı Felsefesinin gerektirdiği manevi hayattan kaçış, pozitivist ve materyalist değer hükümleri önemli ölçüde sarsılmıştır. Dine baş kaldırmanın ideal sayıldığı dönemler çok gerilerde kalmıştır. Din ile Devlet barışık hale gelmiş, demokratik ve laik anlayış ön plana çıkmıştır. Dünya modernleşme ve sanayileşme dönemine girerken reddettiği veya ikinci plana attığı kurum ve değerlere bugün ihtiyaç duymaktadır. Nitekim, sanayi toplumunun yargılanması, insanın ve ferdi teşebbüsün, hürriyetlerin öne çıkarılması yalnızlaşan insanın daha anlamlı sosyal ilişkiler içine sokulması ve monotonluğun giderilmesi çalışmaları bundan dolayıdır. Sanayileşmenin beklenmeyen sosyal hastalıkları ve sapma davranışları giderilmeye çalışılmaktadır.

Türkiye’de de asıl gündemde olması gereken konular yerine, yıllardır bir kısır döngü içinde laik-anti laik tartışmalarının ısrarla sürdürülmesi ülke yararına değildir. Türkiye’de laikliğin akıllı dostlarına ihtiyacı vardır; laikliğin akılsız dostlarına değil...

Diğer taraftan, kültür konusunda ve kültür politikalarının tayininde Atatürk’ün kültür politikasının ana vasfı olan milliliğin korunarak Dünya’ya açılmak temel bir ilke olmalıdır. Bu politika esasında kültürün kendi benliğini ve kimliğini korumasına dayanır. Ancak, kültür kendi öz varlığı ve gelişmesi içinde zenginleşmeye, başka kültürlerin verilerinden kendi yapısına uygun olanları almaya da açıktır. Bu basit bir taklitçilik değildir.

1 Mart 1922 tarihinde TBMM’nin 3. Toplanma yılı açış konuşmasında Atatürk’ün şu sözleri aradan geçen uzun yıllara rağmen önemini ve değerini korumaktadır: “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, an’anatı milliyesine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyeti cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasırı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere, bu mahiyette fertlerden mürekkep olmayan cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.” “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür".

Türkiye’de kültür politikasının bir amacı da mili kültürü korumak ve geliştirmek yoluyla kendi kendimizi fark etmemize ve tanımamıza imkân sağlamasıdır. Bu gerçekleştiği taktirde, çeşitli kimlik sapmalarından kurtulabilir ve aynı zamanda Türk Devletinin ülkesi ve milleti ile birliğini ve bütünlüğünü anlamlı bir şekilde sürdürmesine de katkıda bulunabiliriz.

         -KÜLTÜREL KİMLİK VE TÜRK KİMLİĞİ-

Kültürel kimlik, “Ben kimim” sorusuna verilecek cevabın ana hatlarını ihtiva eden bir kavramdır. Kimliği bazı sosyal bilimciler irsiyet (kalıtım) ağırlıklı ele alırlar. Bazıları ise Sosyal Çevreye öncelik vererek kimliğin ortaya çıkabileceğini ileri sürerler. Bunlara göre, biyolojik ve genetik yoldan kazanılanlar farklı olsa da, belirli bir kültür çevresi içinde yoğrulan ve sosyalleşen insan, ister istemez kendi kültür çevresini temsil eden bir varlıktır. Bir başka ifade ile, o kültür çevresi kendini fertte temsil ettirir ve ona kimliğini verir. Bu bakımdan, bir sosyal kimlik isteyenin istediği yerden alabileceği, piyasada satılan bir mal değildir. İnsan kimliğini seçmekte de pek hür değildir. İnsan bütün değerlerini reddettiği bir kültürel kimliğin belki de farkına varmadan belirli davranış ve tavırları dışına da kendini taşıyamaz.

Kültürel kimlik ile ilgili değerlendirmeler sadece "Ben kimim" arayışının veya sorusunun değil, "Biz kimiz" sorusunun cevabını da verir. Kimliğin sosyal olması veya kültürel anlaşılması, onun belirli bir kültür çevresi içinde mütalaa edilmesindendir. Ferdin ve sosyal grupların mensup olduğu, iştirak ettiği, pay aldığı belirli bir yaşama tarzı ile tanımlanabilme durumu sosyal kimlikle ilgilidir. Sosyal ve kültürel kimlik mensup olunan kültürün fertlerde ve sosyal gruplarda netleşmesi müşahhas (somut) hale gelmesidir.

Kimlik çoğu kere açık uçlu bazı sorulara da konu olmaktadır: “Siz kimsiniz, milliyetiniz ve ülkeniz nedir?” Bu sorularda milli kimlik ile ilgili yanlar vardır ve bunlar kültüreldir. Çok kültürlü yapılarda bile vatandaşlara yöneltilen sorulara verilen cevaplarda ülke ve mensup olunan milliyet esas alınmaktadır. Büyük bir çoğunluk mensup olduğu milletin alt kültür özelliklerini, millet altı sıfatlarını etnik grup veya mezhebi ifade etme ihtiyacı duymazlar. Nitekim, İsviçre’de yapılan bir kimlik araştırmasında bile cevap verenlerin yarısından fazlası kendini İsviçreli kimliği içinde görmüş, Hollanda’da dar bir mensubiyet şuurunun çok üstünde Hollandalı kimliği ortaya çıkmıştır. Avusturya’da da benzer sonuçlar alınmıştır.

Kimlik ile etniklik arasında da yakın bir ilişki vardır. Farklı bir etnik kimlikten bahsedebilmek için, farklı özellikleri ile yaşanan bir ayrı kültürel kimlik gerekir. Bir ayrı kimliğin belirlenmesinde kültürün her bir unsuru ele alınır ve incelenir. Çünkü bazılarının zannettiği gibi, sadece dil veya mahalli ağız etniklik için, başka bir ifade ile kimlik için yeterli değildir. Kültür unsurları kimlikte tek, tek değil, bütün olarak ele alınır.

Sadece doğuş, biyolojik faktör de yeterli değildir. Araplar ve Yahudiler aynı ırka mensupturlar ama kültürleri çok farklıdır. Yunanlıların Batı Trakya’daki nüfus yapısını değiştirmek için Gürcistan’dan ve Kafkaslardan getirdikleri Rumlar Rumca bilmemekte, ama kendilerini Yunan Kültürüne ait olarak hissetmektedirler. Bir Alman Müslüman olduktan sonra kendini Türk olarak da hissedebilir. Bizim kültür dairemizin bir unsuru olabilir.

Kimliğin kazanılmasında aile, arkadaşlık muhiti, okul ve iş hayatının önemli rolleri vardır. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla da fert kendi kültür çevresi ile ilgili değerleri, davranışları kazanmaktadır. Günümüzdeki dünyayı küçülten ve zaman, zaman milli kültürlere karşı kitle kültürünü ön plana çıkaran, emrinde olduğu siyasi güçlerin çıkarlarına hizmet eden medya gerçeğini göz önünde tutmak durumundayız. Tabii ki bu arada, medyanın gücü karşısında pes edip en önemli konuları bile tercüme edip yayınlayanların yanlışını da fark etmek durumundayız. “Medya” kültürel kimliğin geliştirilmesine, tanınmasına ve güçlendirilmesine katkı yapabileceği gibi, kimliğin belirsizleştirilerek gereksiz bir şekilde tartışılmasına da yol açabilir. Onu nasıl kullanırsanız, ona göre cevap alırsınız. Bir ülkede eğer kimlik kirlenmesi, saptırılması yoğun ise, o ülkede, net, belirli hedefleri olan bir kültür politikası meydana getirilemez ve dış politikada ve iç politika da bir çok belirsizlikler, mutabakatsızlıklar doğabilir.

Kültürel kimliğin belirlenmesinde göz şekillerinin, kemiklerin ve bıyığın yeri yoktur. Hele bazı başdanışmanların merak sardığı gibi “bıyığın tarih kökeni” ile uğraşılmaz. Bunlar ortopedi veya estetik cerrahi uzmanlarını ilgilendirir. Mavi gözlü sarışın Saka Türklerinden kalan izler halâ Karadeniz Bölgesinde ve diğer Bölgelerimizde görülmektedir. Çünkü kültürel kimlik, daha ziyade doğuştan sonra elde edilenler ve kazanılanlarla ilgilidir. Ortak değerlerden, ahlak anlayışından, örf ve adetlerden, edebiyat ve musikiden, o topluma has geleneksel sanatlardan, anadilden, mili sembollerden (Bayrak ve Bozkurt gibi...) belirli çizgileri olan mimariden, dinden, mutfaktan, milli ve dini gün ve aylardan pay ve zevk alabilmeye bağlıdır. Katılma ve mensubiyet şuuru burada önemlidir. Kültürel kimliği sadece din, milli veya mahalli dil belirleyemez. O bakımdan, sadece “Müslüman” sıfatı da kültürel kimlikte yeterli değildir. Hangi, Müslüman sorusu da o zaman cevap arar. İslâm bütünü içinde farklı milli kimlikler inkâr edilemez. Müslüman Türk ile Müslüman Arap, Alman ve Fransız aynı yaşama tarzına sahip değillerdir. Kültür bir bütündür Sapma davranışlara da ortak veya ferdi tepki gösterebilmek önemlidir. Yabancılaşma örnekleri karşısında sessiz ve aldırmaz bir tutum sergilemek kimliği tahrip eder. Mesela cenazenin alkışlanması, kızaktan denize indirilme töreninde geminin önünde şampanya patlatılması yer ve tabelâ isimlerinin yabancılaştırılması, yabancı dille eğitim ve öğretim gibi yüzlerce örnek kültürel normlarda bir sapmayı ve bozulmayı ortaya koyar.

Kimliği bazılarının coğrafi faktör ile birlikte düşündüklerini de görüyoruz. Kimliği sadece soyut bir coğrafyada da düşünmeyelim. Coğrafya vatanlaştırıldığı oranda somutlaşır ve basit bir zarf olmaktan çıkar. Bazıları kimliğini Balkanlılıkta aramaktadır. Kültürel yaşama tarzı üzerinde, tabii çevrenin ve coğrafyanın elbette tesirleri vardır. Ekonomik faaliyetlerden, beslenme ve barınma şekillerine kadar bu tesirler görülebilir. Ancak, yaşama tarzına bir bütün olarak baktığımızda bu tesirler mutlak değil, nispidir. Mesela, Akdenizlilik, Akdeniz kültürü belirsiz bir kavramdır. Çünkü Akdeniz’de aynı veya benzer tabii şartları paylaşan Mısır,Yunan, İtalyan, Fransız, Türk kültürleri ve diğerlerinin hemen, hemen kültürün her unsurunda aralarında önemli farklar bulunmaktadır. Aynı şeyi Kafkas Kültürü ifadesi için de söyleyebiliriz; Kafkaslar’da da bazı benzerliklere rağmen, Çeçenlerin, Azerilerin, Gürcülerin, Dağıstanlıların, Ermenilerin ve diğerlerinin dilden, dine ve zihniyete kadar farklı hayat tarzları vardır. Anadolu kültürü üstünde ısrarla duranlar ise, Anadolu’ya 1071’den beri vurulan Türk-İslâm kültürünü kabullenememekte ve Anadolu’da yaşamış küçük, büyük her topluluğu Selçuklu ile hatta bugün Türkiye ile eşzamanlı olarak düşünmektedirler. O zaman Anadolu, tarihi gerçeklerin aksine, Türk-İslâm kültürü tarafından vatanlaştırılan bir coğrafya olmaktan çıkarılmış olacaktır. Hümanist kültür anlayışına sahip bazı çevrelerde de bu yanlış sürdürülmektedir. Son senelerde KKTC’de bir takım sözde dost ülkelere mensup bazı çevrelerin Türk kimliği yerine “Siz Adalısınız” telkinleri unutulabilir mi? Türk kimliğini sadece Anadolu coğrafyası ile sınırlandırırsanız, bu sınırlar dışındaki Türk varlığının da farkında olamazsınız. Nitekim, bazıları 1990 sonrası bunu fark edebilmiştir.

Burada iki örnek üzerinde TRT 1 televizyonunun bir programında Naim Süleymanoğlu misafir edilir. Naim henüz Türkiye’ye yeni gelmiştir. Sohbette kendisine şu sorular hayretle sorulur. “Naim, Türk yemeklerini beğendin mi, Türk müziğini sevdin mi?” Naim de soruları şaşkınlıkla izler ve “... orada da bunları yiyor ve dinliyorduk” der. Yine bir TV programında Ali Bey’in başkanlığı ve yöneticiliğinde yabancı basın mensupları davetlidir. Bir Alman hanım gazeteci ile Azeri bir gazeteci söz alır. Toplantıyı yöneten az gelişmiş yönetici Azeri gazetecinin Türkçe'sini çok beğenir ve Türkçeyi bu güzellikte nerede öğrendiğini sorar. Azeri Türk’ü bu soruyu doğrusu beklemez ve şaşırır havayı da bozmadan şu anlamlı cevabı belki kendi kimliği konusunda da tereddütlü yöneticiye bir ders niteliğinde verir: “Türkçeyi bana annem ve babam öğretti”. Bunları söylerken ister istemez gülmekten kendini alıkoyamaz.

Bir yanlış anlaşılan nokta da, bazılarına göre Anadolu’da karışmışlığın bulunmasıdır. Kaldı ki karışmışlık olsa bile, bugün yaşanan kültürün özellikleri ve ismi nedir sorusu yine cevapsız bırakılmaktadır. Aynı çağda yaşamış bir çok isim ve topluluk nasıl olurda kültürel temas ve kültürel alışveriş içine girebilir? Kültür alışverişi aynı çağda yaşamış topluluklar arasında olabilir. Eğer kastedilen tarihi eser ve medeniyetler ise, bu kültürün maddi yüzüdür ve Anadolu’da vurulan damganın belirgin bir özelliği olan, önce Selçuklu ve daha sonra da Osmanlı yaşayış tarzının maddede somutlaşmış yüzü olan medeniyetleri,bu coğrafyada hakim kültür olmasaydı bugün bunların yeri arkeoloji müzeleri olurdu. Kaldı ki, Selçuklunun 10. ve 11. Yüzyıldaki muhatabı ve çağdaşı Bizans dışında sayılan bir çok topluluk olmamıştır ve onlarla bir kültürel temas da söz konusu değildir. Eğer Selçuklu’nun kültürü canlı ve Anadolu’ya mührünü vurabilecek özelliklere sahip olmasaydı, bir asır içinde Bizans ve diğer çağdaşı olan kültürler içinde eriyip giderler ve Osmanlıya da sosyal bir miras kalmazdı.

Kaldı ki karışma (amalgamation) öncelikle biyolojik, genetik olarak düşünülen bir kavramdır.* Saf ırk olmaz, karışmışız diyenlerin biyolojik gerekçelere dayanarak Türk kimliğini benimseyememeleri ırkçılıktır.

Öte yandan, Türk Milletinin tarihin içinden gelen kültürel kimliğinin tartışılacak bir tarafı da yoktur. Bu kimliğin Ergenekon’dan çıkış ve Göktürkler, İslâmın Karahanlılar döneminde kabul edilmesi, 1071’de Anadolu’nun vatanlaştırılması ve 1923 Türkiye Cumhuriyeti, Batıyla temas önemli kilometre taşlarıdır. Tabii ki iki asır önceki Türk ile bugünkü Türk arasında önemli bazı farklar tespit edilebilir. Aksini, yani aynı olduğunu savunmak sosyal değişmeye reddiye çıkarmaktır. Ancak, bundan iki asır önceki Fransız da, İngiliz de bugünkü Fransız ve İngiliz'den farklıdır ama, bir İngiliz ve Fransız kültür kimliği gibi Türk kimliği de bugün vardır ve canlılığını korumaktadır. Türk Milleti tarihindeki zaman, zaman yanlış sosyal değişmelere, yabancılaştırılmalara sahne olmasına rağmen, bilhassa son senelerde kendi kimliğini daha fazla sarılmak ve dönmek ihtiyacı duymaktadır. Bunda Dünyada olup bitenlerin de rolü olmaktadır. Avrupa ülkelerindeki yabancı düşmanlığı da kimlik konusundaki hassasiyeti arttırmıştır. Bazıları bizim yıllardır savunduğumuz ve kimliğimizle ilgili görüşleri yeni fark ediyor gibidir.

Türkiye’de kimlik üzerine tartışmaların açılmasının dış sebepleri de vardır. Türkiye, ileride, Osmanlının oynadığı siyasi rolü 21. Asrın şartları içinde oynayabilecek önü açılmış bir ülkedir. Şu halde, bunun önlenebilmesi gerekir. Çünkü, Batılının, hele son yıllarda tamamen Hıristiyan fundamentalizmiyle hareket eden bazı etkili çevrelerin gözündeki Müslümanlık Türklüktür. Onu zayıflattılar mı hedeflerine de varmış olacaklar ve sadece bizden değil; bütün İslâm dünyasından 1071’de Malazgirt ve 1435’te İstanbul’un fethiyle değişen dengelerin hesabını soracaklardır. Hıristiyan Batı fundamentalizminin hedefi, ne Fas, ne Tunus ne de Libya gibi ülkelerdir; ama Türkiye’dir. “Medeniyetler çatışması” teziyle komünizmin yerine İslâmı koyanların önündeki engel de Türkiye’dir. Bazı uygulamalardan şikayetçi olsanız da… Devam eden “ŞARK MESELESİ” karşısında Türk düşmanlığı modasına kapılanlar Haçlı zihniyetine merdiven olduklarının farkına varmalıdırlar. Eğer aklı selimle düşünebilirlerse ve dün olduğu gibi bazı Batılı ülkelerin ipine sarılmazlarsa?…

Bize dışarıdan yeni milliyet, din ve kimlik arıyormuşuz gibi telkinler yapılmaya başlanan bir dönemden geçiyoruz. Siz gereksiz olarak "Türk" yerine "Türkiyelilik", "yurtseverlik" tartışmaları açar, yalnız yaşanan coğrafyayı ortak kabul eder ve insanlarınızı sadece kan değil, sosyal akrabalık bağı ile de ortaya çıkan Türk Milletinin mensubu olarak görmez ve milletimizi bir kabile, boy veya aşiret veya Irak’taki “Türkmen etniği” gibi görüp Rusların 1917 milliyetler tezini, (Siz Türk değilsiniz, siz Azeri'siniz, Özbeksiniz… vb.) bin yıllık Türk ve dolayısıyla İslamlaştırılmış bir coğrafyada akılsızca ve gafletle belki de ihanetle uygulamaya kalkarsanız, “anayasal vatandaşlık” gibi sadece hukuki bağı öne çıkarır ve kültür ortaklığını, paylaşılan kültürel paydaları göz ardı ederseniz, eloğlu etnik grup sayısını 26’ya da çıkarır, 47’ye de... Yapay kimlikleştirme gayreti içinde olanlara göre tekil kimlik anlayışı renk körlüğü yaratmaktadır. Demek ki ciddi bir çok devlet, hatta Dünyamızın büyük bir bölümü bu renk körlüğü ile maluldür. Unutmayalım ki, milliyetçi tezlerin artık alternatifi farklı ton ve şekilleriyle komünist ideoloji değil, etnik ve kültürel çoğulculuk iddialarıdır. Sizin yapınıza uysa da uymasa da… Nasıl olsa ellerinde “medya” gibi bir silah ve ısmarlama kavramlarla tartıştırılan ve her okuduğu kitabın hemen tesirinde kalan bazı aydın ve politikacılar var. Mütecanis (homojen) olmayan yapılarda çok kültürlülük tezi birleştirici bir güç kaynağı olurken, oldukça mütecanis yapılarda çok kültürlülük zorlamaları, varsayımları bir güç kaynağı değil; çatışma kaynağı olabilir.*

Sonuç olarak şunu söyleyelim ki, Anadolu’da 21. Yüzyıla girerken Türk kimliği dışında kimlik arayışına çıkabilmek için Türk kimliğinden yaşama tarzının (kültürün) her alanında ayırt edilebilen, fark edilebilen özelliklerin bulunması gerekir. Bu olmadığı sürece, piyasaya sürülmeye çalışılan ve bizi milletleşme sürecinden geriye boy, kabile, aşiret asabiyetine döndürecek bazı yapay kimlikler, Anadolu’dan Milli Kurtuluş savaşıyla attığımız güçlere davetiye çıkarmaktır. Veya “Bunlar tekrar Orta Asya’ya sürülmelidir” diyenlere hak vermektir. Kimliği ortaya çıkaran etniklik ve “alt-kültür grupları” karıştırılmamalıdır. Türk sadece bir kavmin adı değil, Anadolu’da, Balkanlara gerçekleşen kültür birliğinin de mührüdür ve İslâmla iç içe girmiştir. Türk, aynı zamanda Türk milletine mensup olmanın hissedilmesidir. Türk, kültürünü yaşayan kimsedir. Onu sadece biyolojik düşünmek ve Türk kimliği dışında “alt kültür” leri kimlikleştirmek Türkiye’nin dış kültürel irtibatlarını, din ve soy birliği içinde olduğumuz toplulukları dışlamaktır. Bu bilerek veya bilmeyerek Anadolu’da, Ortadoğu’da ve Balkanlar’ da Türkiye’nin kültürel ve dolayısıyla siyasi tesirliliğini önlemektir. Kırım’da, Çeçen-İnguş sınırındaki Avlar Köyündeki ve Bosna’da kabirlerdeki ay yıldızın bir anlamı ve Anadolu’ya dönük bir mesajı olmalıdır.

“İnsan” kimliğini bazıları Türk kimliği yerine kullanmak istemektedirler. Bu da anlamsızdır. Bunlara göre, insanım deyince kimlik tartışmaları sona erecektir!(TGRT’ de Entellektüel Boyut Programı, B. Güvenç 3/6/97) İnsan kimliği, bir sosyal varlık olarak ancak insanı hayvandan ayırır. İnsan bir kimlik değil, cins ayırımıdır, hatta kimliğin belirsiz oluşudur.

Devletin kimlik dayatması iddiaları ise yanlıştır. Eğer böyle bir dayatma olsaydı, Devlet bazı yörelerdeki vatandaşına Türkçe öğretirdi. Resmi kanal tam tersine, kimliğimizi meydana getiren temel unsurlara, Atatürk sonrası dönemde genelde uzak durmuş, soğuk bakmış, bazı sahalarda vatandaşı ile arasına mesafe koymuştur. En azından Türklük, Türk milliyetçiliği karşısında nötr, laiklik dolayısıyla da, İslama karşı aşırı hassas davranmıştır. Zaman, zaman da Türk milletinin kimlik unsurları karşısında tarafsız olmayı fazilet saymıştır. Eğer 70 sene sonra Türkiye’de dış destekli kimlik ve etnik grup tartışmaları sürdürülebiliyorsa, bu bir bakıma uygulanan eğitim ve kültür politikalarının doğurduğu kimliksizleştirme, kültürsüzleştirme süreçlerinin sonucudur ve tartışılmalıdır.

Eğer Kültür Bakanlığı bu ülkenin bir bakanlığı ise, “devletin kültür politikası olmaz” diyen sakat anlayıştan uzak durarak, çoğulcu kimlik ve etniklik dayatmaları yerine, milli birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirecek bilimsel verileri ortaya koymalıdır. Türk tarihine düşman marjinal görüşleri değil. Türk kimliği adını taşıyan, çelişkilerle dolu ve ismi ile içi uyuşmayan kitapları basmak Kültür Bakanlığı’nın işi olmamalıdır. Milli kültür unsurları bir bütündür. Beğenmediğimizi (mesela dini) cımbızla dışlayacaksanız bu ilmi değildir.

Eski bir Cumhurbaşkanımızın imzasını taşıyan "Avrupa’daki Türkiye" kitabı milli ve dini kimliğimizin inkârıdır. Bizi AB’ne alsınlar diye yazılan bir şeydir. Aynı kimlik inkârını Alman,Fransız veya İngiliz devlet adamları da yapar mı, bilemiyoruz. Kendi kimliği hakkında şüpheleri olan bir toplumun AB’de işi daha zordur.

Kültürel kimlik üzerinde durduktan sonra “TÜRK KİMLİĞİ” ile ilgili bazı esasları ve diğer kimliklerden ayırt edici özellikleri kısaca ele almaya çalışalım:

·       Ramazan davulundan, Bayramlarda ev ve kabir ziyaretlerine, Mevlide, dini musikimize, Kandile, göz boncuğuna, Ramazan ibadet ve eğlencelerine kadar Türk’e has İslâmı yaşama özelliklerimiz,

·       Şeref ve haysiyetine düşkünlük,

·       Yabancı boyunduruğu altında yaşamamak (hürriyet ve istiklal arayışı),

·       Teşkilatçılık ve devlet kurma geleneği,

·       Devleti baba olarak görmek,

·       Mazluma dost, zalime düşman olmak,

·       Kin besleyememek, düşmanlıkları çabuk unutmak,

·       İlimle dini bütünleştirici bir kimlik,

·       Adaletli davranmak ve yönetmek geleneği,

·       Fert ve toplum menfaatlerinin birbirine paralel kabul edilmesi,

·       Maddi tatmin ve manevi tatminin dengelenmesi,

·       Kadına aile içinde gerekli yeri vermek, ancak bunu matematik bir eşitlik olarak düşünmemek,

·       Yaşlıya saygı ve onları aile çatısı altında tutmak,

·       Türk dili ve edebiyatı, folklor ve destanlarımız,

·       Cesaret, feragat ve fedakârlık duygusu,

·       Hem yarı göçebeliğe, hem yerleşik hayata yatkın olmak,

·       Musikimiz, geleneksel sanatlarımız, mimarimiz, mutfağımız,

·       Faydacı, maddeci ve egoist değil; diğer gâm ahlâk anlayışına sahip olmak,

·       Geleneksel sporlarımız,

·       Dayanışmacı tavır,

·       Misafirperverlik,

·       Sıcak kanlılık,

·       Cömertlik,

·       Vatan fikri,

·       İslâmı yayıcı bir fonksiyon taşıma özellikleri,

·       Örf ve adetlerimiz,

·       Mensup olduğu din için yüzyıllardır en büyük fedakarlıklara katlanabilme,

·       Meşverete önem verme, divan ve kurultay gelenekleriyle demokrasiye yatkınlık,

·       Ordu-millet geleneği,

·       Acelecilik ve tahammülsüzlük,

·       Ferdi hareket,

·       Aşırı tepkicilik,

·       Mevcut yapıdaki aksamaları, düzeltici yenilikçi tavır yerine sil baştancılık,

·       Harp halinde esire iyi muamele.

Artık Türk kimliğinin yaygın olduğu coğrafya da belirli başlıklar altında toplanmaktadır: 1. Türkiye Cumhuriyeti, 2. Batı Türkistan, 3. Doğu Türkistan, 4. Kafkasya, 5. Ortadoğu, 6. Kuzey Türkleri, 7. Avrupa Türkleri.

Kültürel kaynaklardan beslenen milli kimlik milli seviyede toplumun sıfatıdır. Milli kimlik, mahalli sıfat ve millet altı kültür özellikleriyle rakip de değildir. Milli kimliğinin bulunması, mahalli sıfatların buharlaşması da değildir. Bir milli devlette coğrafyaya kültürel damgasını kültürel temas ile vurmuş ve hakim kültür (dominant kültür) olmuş olan bir milli kültürü ve kimliği dışlayarak millet altı kültürlerin bütünü zenginleştireceğinden bahsedemezsiniz. Hele Türkiye gibi oldukça mütecanis (homojen) bir sosyal yapıda...

Türkiye mütecanis bir sosyal yapıdır derken, etniklik ve kimlik üzerine Dünyaca meşhur bazı uzmanların görüşlerine de dayanıyoruz.* Bunlara göre, eğer bir ülkede asgari ölçüde etnik farklılıklar söz konusu ise, o yapı mütecanistir. Maalesef kendi milli kimliği konusunda anlaşılmaz tereddütler içinde olanlar, kavramları da bilmediklerinden veya bilmez gözüktüklerinden Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene...” şeklindeki veciz ifadesini içlerine sindiremeyecek kadar boy, kabile, aşiret ve cemaat taassubu ve asabiyeti içine girmektedirler.

Bazıları ise, sürekli tenkit edilen resmi ideoloji ile Türk milliyetçiliğini aynileştirebilmekte ve Cumhuriyetin kurulduğu tarihten beri bu görüşün devletin resmi görüşü olduğunu zannetmektedirler. Oysa ki, milliyetçilik birçok dönemlerde devamlı suçlanmış hatta yargılanmıştır. 1944 Türkçüler Olayı ve uygulanan işkenceler, bir dönemin Cumhurbaşkanı’nın 19 Mayıs 1976 nutku ile bazı çevreleri “Pan-Türkist ve Pan-İslamist” likle suçlaması, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalelerinden sonra dışarıdan destekleri olmadığı için milliyetçilerin gördüğü eziyet ve işkence, milliyetçilere karşı iddianamelerde şovenizm,Turancılık ve faşistliğe varan, hatta din esasına göre devlet kurmaya kadar uzanan suçlamalar unutulabilir mi? Bunun en taze örneği Aydınlar Ocağı’nın kamu menfaatine hâdim cemiyet kabul edilme talebine tüzüğünün 2. maddesinde yer alan “Türk Milliyetçiliği” ifadesi dolayısıyla verilen menfi cevaptır. Bu ülkeyi yönetenler milliyetçi oldukları için mi 1954’de Milliyetçiler Derneği’ni kapatmışlardır? Kapatılan Refah Partisinin genel başkanının “Türkiye’de yetmiş senedir ırkçılık yapılıyor” şeklindeki sözleri bu bakımdan her türlü mesnedden yoksundur. Ülkemizde, dönem, dönem milliyetçilik bazı çevrelerce sulandırılmış, protokol aracı yapılmış, hatta anlaşılmaz bir hale sokularak tören malzemesi olarak düşünülmüştür. Bu gerçekleri herhalde göz önüne almak zorundayız.