ZİYA GÖKALP Ziya Gökalp, çağdaş Türk düşünce tarihinin büyük mütefekkirlerindendir.
Türkçülük akımının felsefesini yapmış, Türkiye'de millî edebiyatın gelişmesini
sağlamış bir sosyolog ve mürşittir.
Tarihin çeşitli medeniyet eserlerini kucağında taşıyan Diyarbakır'da doğdu. Bu şehir,
kütüphaneleri, medreseleri ile Anadolu'nun en eski kültür merkezidir. 1876 yılının
23 Mart günü, Ziya Gökalp'in babası vilâyet evrak müdürü Tevfik Efendi, evinin selâmlığında
oturmuş, eşinin doğum haberini beklerken Çolu Hoca adında bir ziyaretçi geliyor :
- Bu saatte bir oğlunuz olacak, adını Mehmet Ziya koyunuz, diyor. Gerçekten, bir süre
sonra Tevfik Efendinin bir oğlu dünyaya geliyor, adını Mehmet Ziya koyuyorlar.
Ana ve baba, çocuğun yetişmesi için büyük ihtimam gösteriyor. Küçük Ziya, daha
yedi sekiz yaşlarında Şah İsmailleri, Aşık Keremleri okuyor. On dört yaşına
gelince Ziya Paşaların, Namık Kemallerin eserlerinden zevk almaya başlıyor. Tevfik
Efendi ileri görüşlü bir insandır. Ziya'ya okuma zevkini aşılıyor, onu yüce ülkülerle
besliyor. Namık Kemal'in öldüğü gün oğluna: "Bugün büyük bir matem günüdür,
çünkü milletin en büyük adam? Namık Kemal öldü. Sen de onun yolundan gideceksin,
onun gibi vatansever, hürriyet sever olacaksın", diyor. Psikolojik bir anlayışla
yapılmış olan bu telkin, Ziya için bir baba vasiyeti olmuş, ona istikamet vermiştir.
Ziya rüştiyede okurken sevgili babası ölüyor. Onun yerini amcası Hasib Efendi alıyor.
Hasib Efendi İslâm felsefesini iyi bilen, aydın bir insandır. Ziya'ya İbni Sina, İbni
Rüşd, İmam Gazali gibi büyük İslâm filozoflarını tanıtıyor. Arapça'yı, Farsça'yı
ve ilmî araştırma metodunu öğretiyor.
Ziya, 1890'a doğru idadiye giriyor. Kelâm, fizik ve biyoloji okuyor. Müspet ve menfi bu
iki akım, kafasında hakikat şimşekleri yerine derin bir şüphecilik doldurmuştur.
"İnsan" denen ve kalbin biricik pınarı olan faziletli varlığın âciz, hürriyetsiz,
iradesiz, "madde"den yapılmış bir makine olmasını aklı almıyor. Binbir
tehlike ile tehdit edilen, fakat bunun farkında olmayan Türk milletinin istibdattan nasıl
kurtulabileceğini düşünüyor. Bunun için mucize lâzım. Bir ümit felsefesi arıyor.
O günkü Türk toplumunun problemlerini ele almayan tasavvuf ve kelâm bilimleri ona bu
felsefeyi vermiyor. "İnsanlığı yükseltmek, milleti, vatanı kurtulmuş görmek
istiyorum" diyor. "Hakikat-i kübra" adını verdiği "Büyük
hakikat" i arıyor. "Onu bulabilsem, hiç bir derdim kalmayacak" derken,
korkunç bir fikir buhranına yuvarlandığını ifade etmiş bulunuyordu.
Böylesine engin emellerle dolu bir ruh, Diyarbakır'ın öldürücü istibdat havasında
yaşayabilir miydi? Felsefî düşüncelerin doğurduğu bu buhran onu intihara sürükledi.
Kurşun beyninde kalmış, fakat olay zararsız atlatılmıştır.
Ziya o sıralarda bir ihtilâl şarkısı yazarken bilinçaltının karanlığından fışkıran
bir mısra ona aradığı hakikatin kaynağını gösteriyordu :
Mev'uttur (vaat edilmiştir) bugün bana namusu milletin
Ülkülerine ulaşmak kararındadır. Amcasına haber vermeden İstanbul'a gidiyor. O
zamanın parasız okullarından biri olan baytar okuluna yazılıyor. Tıbbiyelilerin
kurmuş olduğu gizli cemiyete girmeyi de ihmal etmiyor. Yol harçlığı olarak kendisine
gönderilen paraları, yardım olarak gizli cemiyetlere veriyor. Bazen kendisi günlerce
parasız kalıyor. Baytar okulunun son sınıfında iken, istibdat aleyhindeki gizli
hareketlere katıldığı için tevkif ediliyor. Taşkışla'da dokuz ay hapsedildikten
sonra (1900), Diyarbakır'a sürülüyor.
Ölmüş olan amcasının vasiyetine uyarak kızı ile evlenmiştir. Sade bir hayat sürüyor.
Meşrutiyetin ilânına kadar gelip geçici birkaç memurluktan başka bir işle meşgul
değildir. Amcasının bıraktığı servetin mühim bir kısmını Diyarbakır'a sürülmüş
olan hürriyet mücahitleri için harcamış, emlâkinin yarısından fazlasını ve kıymetli
eşyalarını da satmıştır. Parayı sevmiyor. Durup dinlenmeden okuyor, yazıyor, düşünüyor;
kendi tefekkür dünyasında yaşıyor.
Meşrutiyet ilân edilince (1908), İttihat ve Terakki Cemiyetinin Diyarbakır şubesini açıyor.
Bir yıl sonra, bu cemiyetin Selânik'te toplanan kongresine Diyarbakır delegesi olarak
katılmış (1910), Merkez-i Umumî üyeliğine seçilmiştir. İttihat ve Terakki
mektebinde sosyoloji okutuyor, Ali Canip'le Ömer Seyfettin'in çıkardıkları Genç
Kalemler dergisine giriyor. Yazılarında kullandığı takma adlardan biri de Gökalp'tir.
Ziya Gökalp, otuz beş yaşındaki bu genç mütefekkir, basını ve aydınları etrafına
toplayan bir kutuptur. Dış görünüşü ile çok şey vaat etmez. Münzevî ruhlu, çekingen
ve alçakgönüllüdür. Fakat konuşmaya başlayınca hemen fark edilir ki o, ince zekâsı,
derin ilmi ve olağanüstü telkin kabiliyeti ile bir fikir ve mücadele kuvveti, bir mürşittir.
Genç kalemlerde dil, felsefe ve sosyolojiye ait makaleler yazıyor. Bu derginin ele aldığı
Türk dilinin sadeleşmesi davasını ilmî olarak inceliyor. bu dava daha önce Tanzimat
yazarlarınca da ileri sürülmüş, ama söz ve dilek halinde kalmış, pek dar ölçüde
uygulanmış, yazı dili ile konuşma dili birleştirilememiştir.
Ziya Gökalp, sade dil akımını müdafaa ederken, İslâm kültürü arasında benliğini
kaybeden Türklüğü kurtarmak istiyordu. Ona göre sade dil ilmî ve millî bir
zarurettir. Osmanlıca ile Türklük kaybolmuştur. Çünkü dil, milliyetçiliğin
temelidir. Hukuk, ahlâk, güzel duygular gibi bütün değerler dile anlatılır. Millî
kültürün yayılması, dilin sadeleşmesi ile gerçekleşir. Vatan manzumesinde, vatanı
dille ne güzel uzlaştırır:
Bir ülke ki camiinde türkçe ezan okunur,
Köylü anlar namazdaki manasını duanın.
Bir ülke ki mektebinde türkçe Kur'an okunur,
Ey Türk eli, işte senin orasıdır vatanın.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın.
Dilin sadeleşmesi prensiplerini de etraflıca ele alıyordu. Yaşayan dildi Türkçe. Karşılığı
bulunan Arapça, Farsça kelimeleri, tamlamaları ve bu dillerin dilbilgisi kurallarını
atmak gerekirdi.
Arapça'ya meyletme,
İran'a da hiç gitme
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
Başka Türk lehçelerinden kelime almamak, kökü Türkçe de olsa ölü kelimeleri Türkçeye
sokmamak lâzımdı.
Türkçeleşmiş Türkçedir,
Eski köke tapmayız.
Ziya Gökalp'e göre ölü kelimeleri dile sokmak, dilin tabiî tekâmülüne ve kendi öz
kurallarına aykırıdır. Türk halkının bildiği her kelime millidir. Bu fikirler Ömer
Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhan, Halit Fahri Ozansoy gibi yazarları ve
şairleri aydınlatmış, Türkiye'de millî edebiyat akımının gelişmesine sebep olmuştur.
Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun çöktüğü devrin fikir anarşisi içinde
gidilecek yolu gösteren bir mütefekkirdir. Türkçülüğün esaslarını, batının
ilim anlayışı ile incelemiş bir sosyologdur. Yaşadığı devirde, Osmanlı Devleti
idaresindeki Türk olmayan unsurlar millî benliklerini duyuyor, Türklerden ayrılmak
istiyorlardı. Türkler ise Türkçülük, Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi üç
cereyandan hangisini seçmek gerektiği hakkında millî bir şuura erememişlerdi.
Bu üç cereyanı ilk defa uzlaştıran mütefekkir Ziya Gökalp'tir.
Gökalp'e göre, Türkiye için en lüzumlu şey, millî şuurun uyanması ve asrın gidişine
uyulması idi. Modern olmak, batının ilmini, tekniğini kabul etmek demektir. Hem doğu,
hem batı ilmi diye iki ilim, iki anlayışı olamaz. Darülfünun batı anlayışına göre
düzenlenmelidir. Şeriye mahkemeleri kalkmalıdır. Din, vicdan mevzuudur. Laik bir
devlet teşkilâtına lüzum vardır.
Yıkılmış ve yaşatılması imkânsız ataerkil (pederşahi) aile yerine modern Türk
ailesinin kurulmasını istiyor. Bunun sağlanması için eski Türk ailesini ilmî olarak
inceliyor. Ailenin hukuk, iktisat ve ahlâk bakımından teşekkülü için medenî
kanunun ıslah edilmesini ileri sürüyordu. Modern aile, nikâh, boşanma, miras mevzularındaki
düşünceleri bugünkü Türk toplumunda kabul edilmiş esaslardır.
Milliyetçilik fikrinin gelişmesi yalnız Osmanlı tarihini değil, Türk tarihini
incelemekle gerçekleşebilirdi. Edebiyatın kaynağı batı değil, Türk folkloru, Türk
milletinin hayatı olmalıdır. millî şuuru uyandırmak için fikir Türkçülüğü lâzımdır.
Çünkü medeniyet uluslararasıdır, müşterektir. Fakat hars (kültür) millîdir,
diyordu.
Milliyetçiliği, "Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir" diye
tarif ediyor; ekonomi, dil, din, hukuk, ahlâk ve aile bakımından Türkçülüğün izahını
yapıyor. Ona göre milliyetçilik, Irkçılık değildir. Ziya Gökalp'in Turancılığı
"Irkçılık" diye anlaşılmamalıdır.
Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan...
diyorsa da Turan'ı, Osmanlı birliğini tamamlayan bir ülkü olarak anlıyor. Tarihî
determinizmin ortaya çıkardığı bir teşekkül olarak kabul ediyor.
Türkçülüğün esasları eserinde: "Millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafi, ne
de siyasî bir zümredir", "...bugünkü duruma göre Türkçülüğün üç
mefkûresi olmalıdır. Bunların hakikate en yakın olanı Türkiyeciliktir" diyor.
İkinci mefkûrenin Oğuzculuk, üçüncü ve uzak mefkûrenin de Turancılık yani bütün
Türklerin birleşmesi olduğunu tahayyül ediyor.
Malta'da sürgünken Anadolu'nun elden gitmesi tehlikesini anlamış, realist bir Türkçü
olarak, Çoban ile Bülbül'ü yazmıştı.
Çoban dedi: -Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.
Bülbül dedi: -Düşman haset etse de,
İstanbul'da şakıyacak Türk sesi.
"Mabedimizin üstünde bir meşale söndü"
Gökalp'in sosyoloji sistemi, Durkheim'in içtimaî mefkureciliğidir. Yalnız, bu
mefkureciliği millî bir tefekkür açısından ele alır. Sosyal mevzulardaki örneklerini
Türk tarihinden, Türk hayatından seçer. Gökalp, Mondros mütarekesinden sonra Üçlü
Anlaşma Devletlerinin İstanbul'u işgali üzerine İngilizler tarafından Malta'ya sürülüyor
(1919-1921). Sürgün bitince Diyarbakır'a dönüyor. Kurtuluş Savaşı sırasında
Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti üyesi olarak Ankara'ya gidiyor. 1923'te
Diyarbakır'dan milletvekili seçiliyor. 1924'te hastalanıyor. Tedavi için gittiği İstanbul'da
kırk dokuz yaşında ebediyete intikal ediyor.
İttihat ve Terakki'yi parmağında çevirecek kadar siyasi bir güce de sahip olan Ziya Gökalp,
hiçbir memurluk istememiş, bakanlıklara "Firavun mevkii" demiştir. Onun yüksek
ahlâkını Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatır: "Bulutların ve şimşeklerin
üstünde berrak sema ile arkadaş olan yüksek tepeler gibi her vakit insan ihtiraslarının
üstünde sakin başı, merkez-i umumî azalığında bulunduğu zamanlarda bile bir an gündelik
politika adını verdiğimiz sıtmalı dalgalanışların üzerine eğilmedi. Daima yüksek
gördü, yüksek düşündü. Her şeyden önce yüksek bir insandı". Büyük mütefekkirin
ölümü ile, Ruşen Eşref Ünaydın'ın dediği gibi: "Mabedimizin üstünde bir meşale
söndü, fakat binlerce el o meşaleden kendi meşalesini yaktıktan sonra"! |